Bu Geminin Kaptanı

6 Haziran 2014 Cuma

1980 Sonrası Türk Şiiri ve Lale Müldür

                           
    Şair şiir bursu alarak İtalya'ya Floransa’ya gittiğinde şiir-sanat hayatı başlamış sayılmaktadır. İlk şiirleri 1980’de Yazı ve Yeni İnsan dergilerinde, Gösteri, Defter, Şiir Atı, Oluşum, Mor Köpük, Yönelişler, Sombahar dergilerinde birçok şiir ve yazısı yayınlanmıştır. Türk şiirinin lirizm birikimleriyle ilintisiz, imge ya da görüntü düzeyinden çok beslendiği farklı kültürlerdeki kavramlar ve kaynaklar üzerine kurulu Türk şiirinin köşe taşlarından sayılan şiiri vardır.
   1998'de yazdığı Divanü lügat-it-Türk isimli kitabı Fransız bir Türkolog tarafından Fransızca'ya çevrilmiştir. Halen çok sayıda yabancı yayınevinden teklif aldığı söylenmektedir. Şairin, New York'ta yayımlanacak bir şiir kitabının çevirisi ise devam etmekte ve şiirlerinin bir kısmı İsrail'de İbranice'ye çevrilmektedir.
   Lale Müldür’ün şiir hayatında ise mistik ve metafizik şiir, aşk, yalnızlık, ölüm, yok oluş vurgularının yanında toplumsal ve siyasi göndermeleri görmek de mümkündür. “Benim aslında şiir evrenimin tanımlanması çok zor. Değişik olgulardan yola çıkar, daha çok metafizikle bir söyleşi gibidir esas, metafizik bulguların ağırlığından oluşur.” Siyasi şiire gelince, şiirinde Bush ve Irak Savaşı’na dair öngörü olan şair, bu durumun metafizikle uğraşıldığında doğal bir sonuç olduğunu savunuyor. Baki Asiltürk ise Lale Müldür’ün bir dönem “İslamcı duyuşu, Müslümanca yaşayışı benimsediğini” söylese de sonraları bundan vazgeçtiğini, bu yüzden de sanat hayatını Mistik açıdan ele almanın daha doğru olacağını savunur.  Ancak Müldür, şiirinin rahat bırakılmasını savunur, bir kalıba dahil olmayı reddeder, şiir özgür ve vatansızdır. Cezmi Ersöz ile yaptığı söyleşide bu durumu şöyle açıklar, “Evet vatansız bir şiir yazıyorum ben. Şiirin ne zaman vatanı oldu ki?”  Hem özel hayatı, hem de sanat hayatı açısından şair kısıtlanmaya tepkisiz kalmamaktadır. Özgürlük kavramını çok sık görürüz onda.“Kimi zaman bir fizik formülünü gördüğümde ‘bu bir şiir’ diyebiliyorum. (…) Bana teğet geçen şeyleri her an bu bir şiir olabilir ya da olamaz diye tasniflerim. Şiir yaşanan ama ifade edilemeyen bir şey. Şiirin ille de yazılması gerekmiyor”  Tabii burada aynı dönem şairlerinden Ataol Behramoğlu’nu “Her şey şiirdir” deyişiyle, Haydar Ergülen’i “Bir sinema filmi neden şiir sayılmasın?” deyişiyle anabiliriz. Her şeyi şiirine dahil eden Müldür, kavram ve imge dağarcığıyla dikkat çekiyor; Uranüs, Barokko, Bizansiyya, Konstantin, Hz. Muhammed, Hz. İsa, Meryem, Burjuvazi, Panteizm, Fütürizm; Heidegger’in Varlık kavramı, Hegel’in Mutsuz Bilinç’i, Rimbaud’un Başka’sı, Tanrıların Kaçışı ve Kutsallığı, Mayakowski’nin Yalnızlık Oyunu, Bizans’ın İstanbul’u yada Portekizli bir korsan.. Onu etkileyen her şeyi şiirinde görmek mümkündür. Değişik şiirlerin de hoşuna gittiğini belirtir. “Şiirde yer yer değişen duygularıma bağlı, değişik şiirler de hoşuma gider. Hiç kimse sürekli aynı hatta kalmıyor, şiirde de bu durum normaldir.” Onun şiirlerinde Dünya mitolojisini de görmek mümkündür, Kutsal kitaplardan alıntılar da. Kendi kitabının ismiyle –Anne Ben Barbar Mıyım?- anılan 13. İstanbul Bienali açılışında okumak için seçtiği şiire göz atalım;

Constantinopolis'e Uyanmak 
Sophie & Gerard'a

Bizans'a bakarak uyuyorsun. ama yorgunluğun çok derin.
yorgunluğun uzun bir nehir kadar derin senin.
çıkart at kalbini, işte hepsi bu, hepsi bu, bu sensin.
bir ses duyuyorsun, karanlık yağmur, üzgün bir ses
sarı ayışığında onun oluyor.

sonra? sonra uyuyorsun. Bizans'ın içinde uyuyorsun. adak mumlarından
akan ılık damlalar gözkapaklarını yakıyor. siyah bir şilep bekliyor
sei uykunda. siyah ölüm kadar güzel bir şilep. uykunun kenarında.
istersen uykunun içinden siyah bir kanat gibi geçip ulaşabilirsin
o şilebe. ama bunu istemiyorsun. sen şimdi Haliç'te suların üstünde
uzanıyorsun bir kolun siyah bir şilebe bağlı diğer kolun Kız Kulesinin
ışıklandırılmış hüznüne. uyanmasaydın parçalanacaktın.
(…)

  Anlaşılacağı üzere Lale Müldür’ün şiiri çok dilli, evrensel bir sentaksa sahiptir. Türkçe yazdığı bir şiire İngilizce yahut Fransızca kelimeler, cümleler, dizeler ekleyebilir. Bu durumu şairlerde normal bulduğunu da savunur. Çünkü ona göre şiir dili evrenseldir. Merkezsiz ve yurtsuzdur. Cezmi Ersöz ile yaptığı söyleşisinde şöyle demiştir, “Evet, vatansız bir şiir yazıyorum ben. Şiirin ne zaman vatanı oldu ki? Ama vatan meselesi tek faktöre indirildi. Dil! O halde ben de Türk şairiyim. (..) Ben de Cumhuriyet’in garip çocuklarındanım.”  Kadın şair diye anılmanın bir sınıflandırma aracı olduğunu belirterek, bu duruma ciddi tepkiler göstermiştir. Şiiri önce şiir kıstasıyla değerlendirmek gerektiğini savunuyor. Metin Celal Yeni Türk Şiirinde 1980 sonrası şiirine de ışık tutarken Lale Müldür ve birkaç kadın şairin sanatta kadın-erkek sınıflandırılmasına karşı çıktığını ve, ilginçtir ki, bu yaklaşımın şiirde feminizm hareketini yükselttiğini savunuyor.  Lale Müldür ise kadının şiirde ve sanatta arka planda kalmasını tarihsel bir yenilgiden kaynaklandığını belirtiyor. Kadın entelektüel olarak daha aşağı bir konuma geçmek zorunda bırakılmıştır. Bu konuyla ilgili Lale Müldür yine Rimbaud’dan örnek veriyor, “Kadının köreliği kırıldığı zaman, ancak o zaman, kadın tuhaf, anlaşılmaz, itici, lezzetli şeyler bulacak” Ve ekliyor Müldür, “O zaman bize denizcinin ve yatağın şarkısını sunacak; bize yutturmaya çalıştıkları bazı üzgün , sürükleyip giden küçük kadınlar üzerine duyduğumuz sıkıcı hıçkırıklar yerine. O da bir şair olacak ve bilinmeyeni keşfedip, ‘öteki’ erotizmi anlatacak bize.” Şair, her türlü sınıflandırmaya karşı dururken, Türk Şiiri’nden de ümitli olduğunu sık sık vurgular. Fakat bu ümitli olma hali bir ön okuma değil, daha çok ütopik bir yaklaşımdır. Çünkü ön okumaların hep bizi felakete götürdüğünü düşünür. “Doğru bildiğimiz birçok şeyin yıkıldığını görmedik mi?”  Geçmişi geleceğe yol olarak koyar sürekli Şair. Uzak Fırtına adlı şiir kitabı, bir duvar işçisinden alıntılanan şu söz ile başlar, “tarihe benzer bir yapı olacak”. Lale Müldür her daim asaletini korumayı başarmış bir şairdir. Bunu, şiirinde bir işçiden bahsederken ya da Kudüs Bakirelerine karışmak isterken bile görebiliyoruz.

BuhuruMeryem
(…)
Kudüs bakirelerine karışmak istiyorum ben
O ıslak frambuaz ülkesinde
bir oğul doğurmak ve
            sizi unutmak istiyorum.

   Bir kaçış, huzura erişme arzusu vardır şiirlerinde. Şair kalıplaşan herşeyden uzaklaşmak isterken, bunları dile getirmekten eleştirmekten de korkmaz. Burjuvaziye de karşı durmuş, “yaşadığımız dünyaya kara bir ayna tutan zehirli çiçekler”in hayatımız için ne kadar elzem oluşunu Zehirli Çiçekler adlı denemesinde kaleme almıştır. Heykele ruj sürerek donuk burjuva estetiğine başkaldıran Violette’ye duyduğu hayranlığı dile getirir. Ve o hep haklıdır. Çünkü Seriler Kitabı, Şarkılar bölümü Louis Aragon’un “şair daima haklıdır” dizesiyle başlar..


                                                                                               Özlem Erikci/ 07062014
                                                                                 

15 Aralık 2012 Cumartesi



                                                             ASLI’NDA

                                                                    
                                                                          O bitmemiş hikâyeden geriye ben kaldım                                                                                                                          Ayfer Tunç

 
    Her hikaye birine göre, çok kişilikliyse birilerine göre bitmemiştir. Burada püf nokta (ki tam da burada püf kelimesinin etimolojisini sorgulama kararı alıyorum) olan şu ki, bitiş çizgisi geçilmiş olsa bile, o biri yada birilerine göre, yine de bitmeyecek olmasıdır. Aslında diye başlayan cümleler kurmamalı insan, ama yine de, aslında, yaşanan sancılı dönem bu temele dayanmaktadır. Bitiş çizgisini ilk geçen bitirmiştir sadece yarışı. Ve yine , aslında, burada kurulmak istenilen elbette bir yarış metaforu değildir. Aslında, burada kurulmak istenen bir metafor da yoktur ve olmayacaktır. Ama metaforu olmayan metinler de bir naneye benzemez benzemeyecektir. Aslında, bu metnin bir naneye benzeme umudu da yoktur. Ancak, yazım süreci bittikten sonra metin olmasa da yazar bir naneye benzetilme umuduyla metnin sağa sola okutulması gerektiği kanısına varacaktır. Aslında, tam da burada, yazar, metnin yazarına bir mesaj vermek istemelidir ki o da şudur;  “beklentiler senin köklerini çürütecek..” Bu sosyal içerikli olmayan mesajı da geçtikten sonra, işin aslına dönmeli yazar. Aslında, işin aslını bu süreç bittikten sonra kavrayacağını biliyor olmalı yazar. Ve sen sevgili yada sevgisiz okuyucu, sen de biliyor olmalısın burada bahsi geçen süreci. Çünkü “her insan bir parça vicdansızdır” ve sen de bir insansın sevgisiz okuyucu. Aslında sevgili okuyucu, ben ki Abdülhak Hamit Tarhan’ın Makber’de sevdiğine yaktığı “ağıt”ı da çok da samimiyetli bulmayan bir okuyucuyum. Ama bunu burada sana söyleyebilecek kadar cesaretli, sevgili okuyucu diyerek kızmanın önüne geçmeye çalışacak kadar korkak biriyim sevgili okuyucu. Bir şeyi samimi buluyorsam o da, Cahit Sıtkı’nın çirkin yüzünün ardındaki sızlanmalarıdır sevgili okuyucu. Aslında, konudan saptığımı bilsem de bunu bilinçli yaptığımı itiraf etmeliyim ki, bitmeyen, bitmeyecek hikayeler gibi, bu metin de bitmemiş olarak kalsın ve devamını sen getir sevgili okuyucu. O baştaki süreci düşün ve sonunu sen yaz sevgili okuyucu. Kendi sürecini yaz. Aslında o bitmediği yerden başlayan hikayenin kalanını bana da anlat, geriye kim kalmış bir bakalım sevgili okuyucu. Aslında diye başlayan hikayenin aslını sen yaz sevgili okuyucu…

                     

                                           


                                                  


                                                    
NOT: Bu metinde yazar, okuyucusuna bir davet vermektedir.
                                                               Bu da son cümlededir.  


                                                    NOT2:Buradaki ruh halini ve karakteri yansıtan en reel kişi                                                                    ve fotoğraf üstteki ablamız ve kalemidir. Bilenler                                                                                    bilir, bilinmeyenlere elzem değil.


                                                                                         15122012




8 Nisan 2012 Pazar

Yansak burası Cennet
Sönsek burası Cehennem
Dursak burası Araf..
Ağlasak burası Cehennet.

21 Ocak 2012 Cumartesi

CEBERRUT



                                                                       “Ne zaman yaşayacağım? Yaşam ne zaman?
                                                                                                 Ivan Gonçarov – Oblomov


      Sen güçsüzsün dedi içerideki adam. Odanın ışığını yakarken ‘Güç..’ dedi ve karanlıkta kalmak istercesine bir iç geçirdi. Karanlığa daha yakıştığını düşündü. Belki saklanabildiği içindi bu düşünce. Ama ışık kapalı kaldığında korkuyordu sanki içerideki adamın korkutmaları, hakaretleri yetmezmiş gibi. Mecburdu aydınlığa. Ama her taraf karanlıktı, dışarıya baktı pencereyi açıp o isli havayı soludu sonra, gökyüzü simsiyahtı. Belki bu yüzden içerideki adam bu denli düstursuzdu. Keşke bir düğmeyle de gökyüzünü aydınlatmak mümkün olsaydı. Yıldızsız yaşayabilirdi, ayın şavkı olmadan da. Ama güneşsiz asla. Zaten yıldız ve ay da güneşe muhtaç değil miydi? Evet içerideki adamın pervasızlığı ve cesareti, saklanabildiği bir yer olmasındandı. Kesinlikle bu böyle olmalıydı. Onunla konuşurcasına ‘Ben de istemez miydim ağzıma geleni söylemeyi insanlara!’ dedi sonra. Bunu, bir sabah babasından yediği tokattan bu yana yapmıyordu. Çünkü korkuyordu. Sövmek istiyordu. Evet sövmek istiyordu; yaşayabilmek için. Sahi sövmek şarkı söylemek gibiydi. Şarkı söylemek ise ciddi bir işti. Bu saçma “yaşam” denen şeyin ilk şartıydı onun için. Çünkü sövemiyordu o karşısındakinin pis suratına bakarak, ‘yüreğindekileri’ tutmadan.. Ama o içerideki adam içindekileri tutmuyordu ve saklanabiliyordu. Kimsenin onu hor gördüğü, küçümsediği yoktu. Çok rahat bir şey olmalıydı bu. “Bunun ne demek olduğunu bilmediği için mi insanların bana davrandığı gibi davranıyor yoksa?” dedi kendi kendine..
    Yorgun geldiği akşam karnı zil çalıyordu ama o yine de hiçbir şey yemeden yattı koltuğa. Diğer günlerin aksine televizyonu bile açmamıştı. Belki kumanda uzakta olduğu içindi bu. Uykusu çok derin olmasına karşın bir ses duydu ve hemen uyandı. Demek ki uykusunu almıştı ya da korkarak uyumuştu yine dün geceki gibi. Tıkırtının geldiği yöne doğru ilerlerken camın önünde Sinsi’nin olduğunu gördü. Bu onun en sevmediği kediydi. Çünkü diğerlerinin yemeğine de el uzatıyor vermezlerse onları tırmalıyordu. Başarıyordu çünkü diğerlerinden güçlüydü. Bu yüzden bile nefret edilesi bir kediydi Sinsi. Bu saatte cama geldiğine göre karnı acıkmıştı. Onun için dolabı açtığında kendisinin de aç olduğunu fark etti. Ama dolapta hiçbir şey yoktu eski bir peynir ve çürümüş limondan başka. Geri yatıp uyumayı düşündü. Ama gün ağarmıştı, muhtaç olduğu Güneş karşıdan ona gülümsemek üzereydi. Hayranlık duyardı güneşin doğuşuna. Güneşin doğumunu izlemek, ona annesinden mirastı. Annesi eşinin gelmesini güneş doğana kadar bekler sonra o eski, tekli koltukta uyur kalırdı. Zaten babası da birkaç saat sonra gelir üzerini değiştirir ve çıkardı. Belki annesinin bu yüzden kalp ritmi bozuktu ve her gece her sabah her gün bu yüzden ilaç kullanıyordu.
    Çocukluğunda da olup biteni öylece izlerdi. “Büyüdü”, ama bu yine değişmedi. Sessiz ve yalnız kaldı hep. O sabah yalnızlığını Sinsi ile paylaştı ve kalan peyniri ona verdi. Başını ve ---Sinsi’nin en çok hoşlandığı- boynunu öyle gelişigüzel okşadı ve dünkü kıyafetleriyle işe gitmek üzere evden ayrıldı. Dolmuşa bindiği durağın yanında simitçi Rıfat’tan simit ve peynir aldı. Rifat işi geliştirmişti. Simitin içine peynir sürüyor, onu dört parçaya kesip öyle satıyordu. Bu, peynir+simit+işci ücreti karşılığındaydı. Küçük poşetin içinde aldı simit ve bir adet peçeteyi. Dolmuş epey bir süre gelmedi. Sabah rüzgarı bileğine taktığı poşeti oradan oraya savururken, o ellerini daha da sıkıp ceketinin cebinde derinlere iliştiriyordu. İçerideki adam seslendi o sıra, “Ne kadar sıkı giyinsen de için hep üşüyecek, senin içini hiçbir şey ısıtamaz artık!” dedi. ‘Ceberrut’ dedi yüksek sesle. Duraktaki iki lise öğrencisi ve türbanlı kadın ona baktı o sıra. Onları umursamaz tavırla başını öne eğdi tekrar. Ve bulmuştu, bundan sonra içerideki adamın adı Cebberrut’tu. Çünkü gaddardı, acımasız ve pervasızdı. Dolmuşa binerken fark etmedi Ceberut kelimesini sesli bir şekilde tekrarladığını.. Yol, Ceberrut’un diğer insanlardan farksız olduğunu düşünerek geçti ve ineceği durağa geldiğini, dolmuş o duraktan hareket ederken fark edebildi. Kaptanın birkaç söylenmesi dışında bir olay olmadı inişinde.
     Yayınevinde üç buçuk senedir çalışıyordu ve memnun değildi. Çünkü o hiçbir şeyden memnun değildi, mesai arkadaşlarından, çaycıdan, dolmuş şoföründen, Rıfat’tan, Sinsi’den, içerideki adam Ceberrut’tan kısacası evrenden, evrende varoluşundan. Tıpkı o karaktere benziyordu. Yıllar evvel okuduğu J.D.Salinger’ın Gönülçelen kitabındaki  Holden Caulfield karakterine. Çünkü onun kadar muhalifti dünyaya ve dünyadakilere. Ama sessiz bir muhalefetti bu, korkak bir muhalefet. İsyansız bir başkaldırı adeta! Yayınevinin en iyi hatta tek iyi yanı ara sıra eline geçtiği enterasan kitaplardı. Bir Holden Caulfield’e hayranlık duymuştu, bir de Mersault’a. Mersault’ı yani Yabancı’yı da Gönülçelen’i de eline geçtiği gecenin sabahına kadar bitirmişti. Zaten sabah da annesinden miras kalan şeyi yapmıştı. Kendisiyle ilişiğinin olduğu karakterlerin her şeyini, onlara taparcasına ezberliyordu. Bunun nedeni belki de kendi söyleyemediklerini o kitaplarda bulmuş olmasındandı. Simitini çayla birlikte bitirdikten sonra Arif Bey geldi masasına, hiç sevemediği ama saygıda kusur etmediği Arif Bey’in elinde eski ciltle kaplanmış bir kitap daha vardı. Cildi elbette dikkatini çekecekti çünkü onun işi buydu. Dünya Yayınevi’nin Ciltleme Bölümü’nde işini en iyi yapan kişi o idi. Bunca sene kimseyle bir bağ kurmamasına karşın Arif Bey yine de severdi onun becerisini ve sükûnetini. Öyle ya, bir patron sessiz, uysal ve işini iyi yapan bir elemandan başka ne isterdi ki. Arada ona Yayınevi’ne gelen okurların orada unuttukları kitapları verirdi. O da beğenirse diğer geceye kadar Arif Bey’e teslim etmiş olurdu, Arif Bey sende kalsın dese de. Bu defa elindeki eski kitabı sallayarak “Nobelli” diyordu. Sanki önemli olan buymuş gibi! Bu ilgisini çekmedi elbette. İçini açtı, iki bilgisel sayfayı çevirdi. Birinci bölüm başlıyor ve ilk cümlesi şöyle diyordu; “Kristiania’da, sillesini yemeden hiç kimsenin bırakıp gidemediği bu garip kentte, aç açına sürtüp durduğum günlerdeydi.” Anlaşılan bu gecede sabaha kadar uyku yoktu. Ve o eser, 1920 Nobel ödülünü almış; Knut Hamsun’a ait Açlık romanı idi. İlk kez duymasına şaşırmadı çünkü herkesin ilgilendiği Nobel onu hiç ama hiç ilgilendirmiyordu. Çünkü popülerizm kötüydü. Açlıktan nefesi kokan karakterin hazin halini okudukça, o da bir hezeyana sürükleniyordu. O gece de hiçbir şey yemedi. Sinsi de öyle, çünkü ona verebileceği hiçbir şey yoktu evde. Olsaydı da ilgilenmezdi nasılsa, çünkü kitabın içine öyle gömülmüştü ki güneş ona gülmeden doğdu. Kitabın ipini bir sayfaya iliştirdi. Ve derin bir soluk aldı. Orada aynen şöyle diyordu; “Ulu Tanrım, ne olur artık bunun bir sonu gelse! Ölümüm öylesine gönülden isteyerek, öylesine seve seve olacaktı ki…”  Ne kadar cesaretliydi.
          Bir sayfa ve birkaç satır sonra şöyle diyordu; “Ah, Ulu Tanrım, ne salak insanların
arasında yaşamak zorundayız!”  Bunu üzerine alındı!

27 Aralık 2011 Salı

Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar ve Anlamlı Yoldaşlık











 “Çengelköy'de deniz kıyısında, caminin avlusunda o bildik yüzyıllık çınarın dibindeyiz.
                                                   
                                    Leyla Erbil                                                              

31 Ekim 2011 Pazartesi

Babam Camus

                                                      
                                                                                   

                       Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti.


Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil. Benim için babaydı o. Tuhaf, amma tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım. Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. Babamın ölümünden hemen sonra, Agathe’ı, küçükken babamın bana verdiği dişi kediyi ameliyat ettirmek gerektiğini söyledi bana. Babamın şöyle bir şarkı mırıldanışını hâlâ duyar gibiyim: “Agathe, cici kedi, ne güzel patileri...” Sağa sola yavrular dururdu Agathe –bizim evde özgürlük vardı, kedilere bile– yavruları vermeden önce iki ay evde tutardık. Kedi yavrularına bayılırdım. Annem bana “Ne yapacağız bunları? Baban veriyordu. Bizden kimse almaz ki” dedi. Haklıydı. İşte o zaman hayat neymiş anladım. Annem kediyi ameliyat ettirdi.
Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır... Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon ayinimi gerçekleştirmek istediğimi söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi yoksa güzel bir elbisem ve hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu. İşin sarpa sardığını hemen anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En azından mesele açıktı. Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir bilinmezdi. Yararlı hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası, güzel bir okul çantası bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son yaş günü hediyesi bir çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette... Ama ağır hastalanıp yattığımda bana bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar tarzımız olmayan bir şeydi ki bu, öleceğime büsbütün inanmıştım.
Anneme yardımcı olan bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık, ayakkabılarımızı cilalardık ve o hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam, dolaylı yoldan, bu hanıma mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın annesiyle aynı meslektendi– saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne okuma bilirdi ne yazma. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde, yönetim, dedemin kafatasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiş ona. Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça büyük olan Lucien ve kundaktaki Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş. Tatlı bir boyun eğişten ibaretti babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka da bir şey düşünmüyorlarmış. Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı aslolana yönelir” diye yazmıştı. Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para bulunup bulunamayacağıdır. Yarın değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden söz ederken nefret ederdim o kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem –genellikle sadece hareketlerle kendini ifade eden biriydi– sırf “Kafasına vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış, kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu, dışarıdayken içeride olduğundan daha iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o. Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük arabasıyla yarışırmış, başıboş köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için. Mahalledeki herkes gibi, pataouète konuşurmuş. Fransızca onun için büyük bir başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve para getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima. Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşılananlar” dediğinde ve “ne güzelliğe ne de aşılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte o zaman başladı her şey galiba.
17 yaşındayken, kan tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık, utanılası hastalık. O dönemde veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış gibi görülüyordu. O zamana kadar hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama yaşamanın bile pek o kadar garanti olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap olan, teyzesinin kocası Acault’nun yanına gider çünkü en azından orada iyi et yiyebilecektir. Enişte masondur, evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana kadar bir evde kitap görmemiştir hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına girmesine izin verilmez, hastalığı bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz. Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı Camus’nün akciğerleriyle yapmadık...” Nasıl, harika değil mi?
Futbolu bırakmak zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona “Bastıbacak” diyorlarmış çünkü geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında, deniz ve güneş. Ve daha o zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın bedenlerinin, “bağlanma”nın, tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain gazetesinde sürdürdüğü gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır: “Öncelikle, yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için: Işık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire oyununda Olivier le Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena sayılmaz! Ders veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun kırıldığı güne kadar.
23 yaşındayken, ki 1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde modern gelen bir şey bu, ikisi eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar. Bu “Esaslı Ev”in taraçası Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın Karşısındaki Ev” adıyla resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan Kirk diye bir köpeği vardır. Yazmaya karar verir. İlk olarak, Tersi ve Yüzü’nü yayınlar, 350 adet basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı aracılığıyla tanışır annem Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek matematik öğrenimi yapıyormuş. Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın. Babamla ilk yıllarına ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç bırakmadı. Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları kardeş sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle babamın sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve bu sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de sardalya almak için tam denk gelir bu... “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı röportaj dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla ilgilenir. Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp 1940’ta Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu Lyon’a taşımıştır. Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme bir demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına şöyle yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi davranmak istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir şey vardır: hayattadırlar, hepsi bu.
Veremi nükseden babam Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu saklayıp kurtaracaktır. Direniş hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e katılacaktır. Şöyle yazar: “İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle hareket ettim, çünkü görevim buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer. Hem Gallimard Yayınları’nda yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir, hem de yeraltı gazetesinin başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer. Épinay-sur-Orge doğumlu, Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert Mathé” adına düzenlenmiş sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına gönderilen arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş madalyasının kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim ihbar etti beni?” diye sorar.
1944’te babam Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte çalışırlar. Severler birbirlerini, insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne babam ne de annem bilir nasıl buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau sokağında bir stüdyo daire kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin çatlakları buz tutardı” diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş olsalar gerek ki birkaç ay sonra, 1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben dünyaya gelmişiz. Hayat kolay değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek karnesi istemiş. “Gerek yok, biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle babamın kendilerine ait bir dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında, arkadaşlarının evlerinde kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken, İnsanlık Durumu’nu kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini! Babam 1946’da Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata, şeker, un, pirinç ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti.
Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada. Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey anlattık. Güzel oldu biraraya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik bir insandı. Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine tutuluyordu. Bir sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o birbirlerine benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her ikisinde de. İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.
Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans, hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır, karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı? Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak gerek. Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor? Köpeğe.
Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?” dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni! Benimleyken yalnız olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.
1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes” başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı. Mezardaydı da ondan.
Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman...” diye söz ederdi... Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı. Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis Germain’e ithaf etti babam.
Hiç mal mülk sahibi olmamış olan babam, uzun zaman civarda bir ev aradı. Yaklaşık yirmi kilometre ilerideki Isle-sur-la-Sorgue’a, arkadaşı René Char’ı görmeye çok sık giderdi. En sonunda 1958 yılında Lourmarin’deki bu eski çiftliği buldu. Babam eski eşya almaya bayılırdı. Annemle biz iki kardeş eve ilk geldiğimizde her yeri dayayıp döşemiş, mobilyaları, perdeleri, yatak örtülerini, hepsini yerleştirmişti. Hatta tencereleri ve süzgeçleri bile satın almıştı. Bir sürü tuhaf nesne vardı, bitpazarından gelme: azizlerden kalma eşyalar, kutsal ekmek kapları. Bayılmıştım. Bir odam vardı, babamın seçtiği güzel mobilyalarla döşeli. Tıpkı hediye paketi gibi bir ev.
[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adamın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]
Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.
Fransızcadan çeviren: Elif Gökteke

CATHERİNE CAMUS

10 Temmuz 2011 Pazar

Az - Hakan Günday

"Anne" diye sayıkladı Derdâ. “Seni bir daha göremeyeceğim”"Olur mu öyle şey? Geleceğim ben yanına. Önce sen bir git, ben sonra geleceğim"Doğru söylüyordu. En azından doğru söylediğini düşünüyordu. Çünkü dünyanın en çabuk geçen, geçer geçmez de en hızla yakalanılan hastalığına sahipti: Umut.
Hakan Günday ismini sık duymaya başladığımdan, yazarın ilk kitabı Kinyas ve Kayra'yı en kısa zamanda okumayı istiyordum ki, son kitabı Az elime geçince dayanamadım ve Günday kitaplarına böylece başlamış oldum.

Az, tokat gibi başlayan bir kitap. Her şey yolunda giderken ana kahramanın birden kendini vurduğu sahneler olur hani kimi kara filmlerde, öyle bir etkiyle başlıyor, sayfalar boyunca da bu etkisinden kurtulamıyorsunuz. On bir yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile aynı yaşta, mezarlıkta su taşıyarak para kazanmaya çalışan Derda'nın hayatlarının, aslında birbirlerinin hiç farkında olmadan ne kadar birbirine bağlı olduğuna ve nasıl kesiştiğine şahit oluyorsunuz.

Hakan Günday şiddetin dilini çok iyi aktarmış. İşi ajitasyona dökmeden ancak tüm gerçekliğiyle yüzümüze çarpmayı öyle iyi başarmış ki, okudukça gazetelerin yürek burkan 3. sayfa haberlerini mumla arar oluyorsunuz. Derdâ'nın başına gelenler bir nevi çekilebilecek çilenin şahikasını oluşturuyor; artık daha fazlası olamaz dedikçe daha fazlası oluyor ve bir tek acındırmaya yönelik satıra rastlamamanıza rağmen kendinizi Derdâ için hatta gerçek hayattaki Derdâlar için üzülürken buluyorsunuz.

Derda'nın hayatını okumaya başladığımızda ise, Hakan Günday'ın Oğuz Atay'a gösterdiği saygı duruşuna tanık oluyoruz. Oğuz Atay'ın -yaşarken- değerinin bilinmemesini kafasına takan Derda'nın başından geçenler, yavaş yavaş kahramanlarımızın hikâyelerinin de çakışmasının temelini atıyor.

Genel hikâyenin neredeyse omurgasını oluşturan Oğuz Atay ve yapıtlarının sıkça adının geçmesi dışında, Çalıkuşu benzetmesi, Requiem For A Dream göndermesi gibi, çağdaş kültürel ögelerden bahsedilmesi de hikayenin gerçekliğine olumlu yönde katkı sağlıyor. Bu söylediğime bakıp, Oğuz Atay'ı okumadan bir şey anlamayacağınız izlenimine kapılmayın; kendisini ne kadar tanıdığınızın, eserleri, yaşamı hakkındaki bilginizin hiç önemi yok.

Kitabın diline gelirsek, böylesi karanlık bir romandan, karmaşık bir olay örgüsünden beklenmeyecek bir sadeliğe sahip. Okurken, yazarın "içinden geldiği gibi" yazdığı yönünde bir intiba bırakıyor: Cümle yapısını tekrar tekrar kontrol etme ihtiyacı duymadan, "edebiyat parçalamaya" uğraşmadan, sade ve net. Başta belirttiğim, şiddeti aktarmadaki başarısında bu tavrın rolü büyük. Kitabın sertliğinin getirisi olarak bolca küfür içeriyor olduğunu da belirteyim.

Netice olarak, Türk romancılığı adına emin adımlarla ilerlediğini gözlemlediğim, Hakan Günday'dan beklentilerim büyüdü bu kitapla birlikte. Sırası geldikçe diğer kitaplarını da okuyacağım ve beğenip yeni kitaplarını beklemeye başlayacağımdan neredeyse şimdiden emin gibiyim.

Az - Hakan GündayDoğan Kitap/Roman Dizisi - 360 s. 


Kyn.ebediyenedebiyat.