Bu Geminin Kaptanı

21 Ocak 2012 Cumartesi

CEBERRUT



                                                                       “Ne zaman yaşayacağım? Yaşam ne zaman?
                                                                                                 Ivan Gonçarov – Oblomov


      Sen güçsüzsün dedi içerideki adam. Odanın ışığını yakarken ‘Güç..’ dedi ve karanlıkta kalmak istercesine bir iç geçirdi. Karanlığa daha yakıştığını düşündü. Belki saklanabildiği içindi bu düşünce. Ama ışık kapalı kaldığında korkuyordu sanki içerideki adamın korkutmaları, hakaretleri yetmezmiş gibi. Mecburdu aydınlığa. Ama her taraf karanlıktı, dışarıya baktı pencereyi açıp o isli havayı soludu sonra, gökyüzü simsiyahtı. Belki bu yüzden içerideki adam bu denli düstursuzdu. Keşke bir düğmeyle de gökyüzünü aydınlatmak mümkün olsaydı. Yıldızsız yaşayabilirdi, ayın şavkı olmadan da. Ama güneşsiz asla. Zaten yıldız ve ay da güneşe muhtaç değil miydi? Evet içerideki adamın pervasızlığı ve cesareti, saklanabildiği bir yer olmasındandı. Kesinlikle bu böyle olmalıydı. Onunla konuşurcasına ‘Ben de istemez miydim ağzıma geleni söylemeyi insanlara!’ dedi sonra. Bunu, bir sabah babasından yediği tokattan bu yana yapmıyordu. Çünkü korkuyordu. Sövmek istiyordu. Evet sövmek istiyordu; yaşayabilmek için. Sahi sövmek şarkı söylemek gibiydi. Şarkı söylemek ise ciddi bir işti. Bu saçma “yaşam” denen şeyin ilk şartıydı onun için. Çünkü sövemiyordu o karşısındakinin pis suratına bakarak, ‘yüreğindekileri’ tutmadan.. Ama o içerideki adam içindekileri tutmuyordu ve saklanabiliyordu. Kimsenin onu hor gördüğü, küçümsediği yoktu. Çok rahat bir şey olmalıydı bu. “Bunun ne demek olduğunu bilmediği için mi insanların bana davrandığı gibi davranıyor yoksa?” dedi kendi kendine..
    Yorgun geldiği akşam karnı zil çalıyordu ama o yine de hiçbir şey yemeden yattı koltuğa. Diğer günlerin aksine televizyonu bile açmamıştı. Belki kumanda uzakta olduğu içindi bu. Uykusu çok derin olmasına karşın bir ses duydu ve hemen uyandı. Demek ki uykusunu almıştı ya da korkarak uyumuştu yine dün geceki gibi. Tıkırtının geldiği yöne doğru ilerlerken camın önünde Sinsi’nin olduğunu gördü. Bu onun en sevmediği kediydi. Çünkü diğerlerinin yemeğine de el uzatıyor vermezlerse onları tırmalıyordu. Başarıyordu çünkü diğerlerinden güçlüydü. Bu yüzden bile nefret edilesi bir kediydi Sinsi. Bu saatte cama geldiğine göre karnı acıkmıştı. Onun için dolabı açtığında kendisinin de aç olduğunu fark etti. Ama dolapta hiçbir şey yoktu eski bir peynir ve çürümüş limondan başka. Geri yatıp uyumayı düşündü. Ama gün ağarmıştı, muhtaç olduğu Güneş karşıdan ona gülümsemek üzereydi. Hayranlık duyardı güneşin doğuşuna. Güneşin doğumunu izlemek, ona annesinden mirastı. Annesi eşinin gelmesini güneş doğana kadar bekler sonra o eski, tekli koltukta uyur kalırdı. Zaten babası da birkaç saat sonra gelir üzerini değiştirir ve çıkardı. Belki annesinin bu yüzden kalp ritmi bozuktu ve her gece her sabah her gün bu yüzden ilaç kullanıyordu.
    Çocukluğunda da olup biteni öylece izlerdi. “Büyüdü”, ama bu yine değişmedi. Sessiz ve yalnız kaldı hep. O sabah yalnızlığını Sinsi ile paylaştı ve kalan peyniri ona verdi. Başını ve ---Sinsi’nin en çok hoşlandığı- boynunu öyle gelişigüzel okşadı ve dünkü kıyafetleriyle işe gitmek üzere evden ayrıldı. Dolmuşa bindiği durağın yanında simitçi Rıfat’tan simit ve peynir aldı. Rifat işi geliştirmişti. Simitin içine peynir sürüyor, onu dört parçaya kesip öyle satıyordu. Bu, peynir+simit+işci ücreti karşılığındaydı. Küçük poşetin içinde aldı simit ve bir adet peçeteyi. Dolmuş epey bir süre gelmedi. Sabah rüzgarı bileğine taktığı poşeti oradan oraya savururken, o ellerini daha da sıkıp ceketinin cebinde derinlere iliştiriyordu. İçerideki adam seslendi o sıra, “Ne kadar sıkı giyinsen de için hep üşüyecek, senin içini hiçbir şey ısıtamaz artık!” dedi. ‘Ceberrut’ dedi yüksek sesle. Duraktaki iki lise öğrencisi ve türbanlı kadın ona baktı o sıra. Onları umursamaz tavırla başını öne eğdi tekrar. Ve bulmuştu, bundan sonra içerideki adamın adı Cebberrut’tu. Çünkü gaddardı, acımasız ve pervasızdı. Dolmuşa binerken fark etmedi Ceberut kelimesini sesli bir şekilde tekrarladığını.. Yol, Ceberrut’un diğer insanlardan farksız olduğunu düşünerek geçti ve ineceği durağa geldiğini, dolmuş o duraktan hareket ederken fark edebildi. Kaptanın birkaç söylenmesi dışında bir olay olmadı inişinde.
     Yayınevinde üç buçuk senedir çalışıyordu ve memnun değildi. Çünkü o hiçbir şeyden memnun değildi, mesai arkadaşlarından, çaycıdan, dolmuş şoföründen, Rıfat’tan, Sinsi’den, içerideki adam Ceberrut’tan kısacası evrenden, evrende varoluşundan. Tıpkı o karaktere benziyordu. Yıllar evvel okuduğu J.D.Salinger’ın Gönülçelen kitabındaki  Holden Caulfield karakterine. Çünkü onun kadar muhalifti dünyaya ve dünyadakilere. Ama sessiz bir muhalefetti bu, korkak bir muhalefet. İsyansız bir başkaldırı adeta! Yayınevinin en iyi hatta tek iyi yanı ara sıra eline geçtiği enterasan kitaplardı. Bir Holden Caulfield’e hayranlık duymuştu, bir de Mersault’a. Mersault’ı yani Yabancı’yı da Gönülçelen’i de eline geçtiği gecenin sabahına kadar bitirmişti. Zaten sabah da annesinden miras kalan şeyi yapmıştı. Kendisiyle ilişiğinin olduğu karakterlerin her şeyini, onlara taparcasına ezberliyordu. Bunun nedeni belki de kendi söyleyemediklerini o kitaplarda bulmuş olmasındandı. Simitini çayla birlikte bitirdikten sonra Arif Bey geldi masasına, hiç sevemediği ama saygıda kusur etmediği Arif Bey’in elinde eski ciltle kaplanmış bir kitap daha vardı. Cildi elbette dikkatini çekecekti çünkü onun işi buydu. Dünya Yayınevi’nin Ciltleme Bölümü’nde işini en iyi yapan kişi o idi. Bunca sene kimseyle bir bağ kurmamasına karşın Arif Bey yine de severdi onun becerisini ve sükûnetini. Öyle ya, bir patron sessiz, uysal ve işini iyi yapan bir elemandan başka ne isterdi ki. Arada ona Yayınevi’ne gelen okurların orada unuttukları kitapları verirdi. O da beğenirse diğer geceye kadar Arif Bey’e teslim etmiş olurdu, Arif Bey sende kalsın dese de. Bu defa elindeki eski kitabı sallayarak “Nobelli” diyordu. Sanki önemli olan buymuş gibi! Bu ilgisini çekmedi elbette. İçini açtı, iki bilgisel sayfayı çevirdi. Birinci bölüm başlıyor ve ilk cümlesi şöyle diyordu; “Kristiania’da, sillesini yemeden hiç kimsenin bırakıp gidemediği bu garip kentte, aç açına sürtüp durduğum günlerdeydi.” Anlaşılan bu gecede sabaha kadar uyku yoktu. Ve o eser, 1920 Nobel ödülünü almış; Knut Hamsun’a ait Açlık romanı idi. İlk kez duymasına şaşırmadı çünkü herkesin ilgilendiği Nobel onu hiç ama hiç ilgilendirmiyordu. Çünkü popülerizm kötüydü. Açlıktan nefesi kokan karakterin hazin halini okudukça, o da bir hezeyana sürükleniyordu. O gece de hiçbir şey yemedi. Sinsi de öyle, çünkü ona verebileceği hiçbir şey yoktu evde. Olsaydı da ilgilenmezdi nasılsa, çünkü kitabın içine öyle gömülmüştü ki güneş ona gülmeden doğdu. Kitabın ipini bir sayfaya iliştirdi. Ve derin bir soluk aldı. Orada aynen şöyle diyordu; “Ulu Tanrım, ne olur artık bunun bir sonu gelse! Ölümüm öylesine gönülden isteyerek, öylesine seve seve olacaktı ki…”  Ne kadar cesaretliydi.
          Bir sayfa ve birkaç satır sonra şöyle diyordu; “Ah, Ulu Tanrım, ne salak insanların
arasında yaşamak zorundayız!”  Bunu üzerine alındı!

2 yorum: